İsrail‘in Filistin‘de yaptığı kıyıma her zaman sert tepki gösteren Cumhurbaşkanı Erdoğan “Bizim İsrail‘e borcumuz yok, borcu olanlar rahat konuşamıyor” ifadesini kullanmıştı. Gazeteci yazar Nuh Albayrak Erdoğan’ın sözlerini yorumladı. Albayrak Batılı devletlerin, Gazze‘deki soykırımı neden desteklediğini anlatan muhteşem bir tespittir. Tarihî gerçekler, bizim de Filistin‘e borcumuz; hem de katmerli borcumuz olduğunu göstermektedir” dedi.
Star Gazetesi Genel Yayın Yönetmeni Nuh Albayrak Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın “Bizim İsrail‘e borcumuz yok, borcu olanlar rahat konuşamıyor” ifadesini köşesine taşıdı. Batılı devletlerin Gazze‘deki katliamları neden desteklediğini anlatan Albayrak Erdoğan’ın sözlerinin bu durumu anlatan muhteşem bir tespit olduğunu dile getirdi.
“FİLİSTİN’E İLK BORCUMUZ BU ‘İTTİHATÇI İHANETİ”
Yazısında tarihi gerçeklere dayanarak bizim de Filistin‘e borcumuzun olduğunu söyleyen Albayrak şunları yazdı: Filistin‘in üzerinde leş kargalarının dolaşmaya başladığını gören Sultan II. Abdülhamid Han, “özel” tedbirler almakla kalmamış, haleflerine de ” Filistin‘e dikkat” telkininde bulunmuştu. Nitekim iktidarı ele geçiren İttihatçıların ilk işi, Abdülhamid Han’ın, “özel mülk” ilan ettiği Filistin topraklarını kamulaştırmak olmuştu. Oysa “özel” kalsaydı, Filistin işgal edilse bile, bu topraklar üzerinde İsrail diye bir devlet kurulamayacaktı. Filistin’e ilk borcumuz, bu “İttihatçı ihaneti” idi! Gerçi Vahideddin Han bu borcu ödemek için bu toprakları Sultan Hamid’in varislerine iade etmişti ama bu sefer de, daha sonra teşekkül eden Ankara yönetimi bunu geçersiz saymış ve o topraklar yine İsrail’e kalmıştı.
“VAHİDEDİN HAN EN GÜVENDİĞİ PAŞASINI GÖNDERMİŞTİ!”
İngiliz suflesiyle konuşan devşirmelerin “hain” iftirası attığı Sultan Vahideddin Han, devleti kurtarma çırpınışına, Hamid ağabeyinin kaldığı yerden devam eden bir kahramandı! Bunun için 4 Temmuz 1918’de tahta çıkınca, hemen Filistin’e odaklanmıştı.
Gerçi Kudüs, Harbiye Nazırı Enver Paşa’dan başlayıp Gazze‘ye kadar uzanan keyfî uygulamalar yüzünden işgal edilmişti ama 4, 7 ve 8. Ordular, Suriye cephesinde güçlü bir dayanışmayı sağlayabilirse, “namusumuz” olan Filistin’in korunabileceğini ve Kudüs’ün de rahatlıkla geri alınabileceğini düşünüyordu.
Bunu İttihatçılar asla yapamazdı! Bu yüzden “İttihatçı olmadığını” bildiği ve çok güvendiği yaveri Mustafa Kemal Paşa’yı, Filistin’i savunan Yıldırım Ordularının bel kemiği olan 7. Ordunun kumandasına memur etmiş ve bizzat görüşerek, “Sizden tek talebim şudur, Filistin’i düşman eline geçirmeyin. Bu vazifeyi muvaffakiyetle ifa edeceğinizden eminim” demişti.
Mustafa Kemal Paşa tam yetki ve yüklü miktarda altınla, 28 Ağustos 1918’de Nablus’taki yeni karargâhına intikal etmişti. Savaşın başından bu yana savunduğu “münferit sulh” fikri, cephedeki yorucu teftişlerinden sonra daha da güçlenmişti. Hatta bunu sağlamak için, önceden tanıştığı İngiliz orduları komutanı General Edmund Allenby ile gizli görüşmeler yapmıştı!
Aslında Yıldırım Ordularının tamamına kumanda etmek istemişti. Bu yüzden, “İstanbul’dan hareketten evvel ilgili kişilere özgüvenle, ‘Bu kuvvetlerden tek bir ordu teşkil edilmeli ve benim emrime verilmeli’ dedim ama bu teklifim istihzaya uğradı” demişti.
“7. ORDU ÇARPIŞMADAN GERİ ÇEKİLMİŞ VE CEPHE YIKILMIŞTI!”
Aylardır beklenen İngiliz saldırısı, 19 Eylül 1918 günü başlamıştı.
O da ne!.. 4 ve 8. Ordu arasında yer alan 7. Ordu, daha çatışma başlamadan; hiç beklenmedik bir hareketle Nablus yönünde; sessizce geri çekilmişti! Açılan geniş boşluktan coşkun seller gibi akan İngiliz birlikleri, sola kıvrılarak 8. Ordu’yu arkadan kuşatmıştı. Aniden açılan bu gedik her şeyi altüst etmişti! Önce 8. Ordu dağılmış, yalnız kalan 4. Ordu da aynı akıbeti yaşamıştı.
Cepheden kilometrelerce gerideki ordu kumandanları bile canını zor kurtarmıştı. Nablus’taki Liman von Sanders; entarisiyle Taberiye’ye, 8. Ordu Kumandanı Cevad (Çobanlı) Paşa; kalpağını alamadan Şam’a kaçmıştı. Mustafa Kemal Paşa ise üniformasını bile giyemeden 8 kişilik maiyetiyle geri çekilirken, önünü kesen İngiliz birliklerine esir düşmekten, Harbiye’den arkadaşı olan Fevzi el-Kavukcî sayesinde kurtulmuştu.
Düzensiz şekilde geri çekilen orduyu Amman’da durdurarak yeni bir savunma hattı oluşturma çabaları da sonuç vermemişti. Okullarda “Tarihin en başarılı ric’ati” diye okutulan ama aslında I. Dünya Savaşı’nın en berbat bozgunu olan bir felaket yaşanıyordu.
Şam’ın 120 km. yakınlarındaki Dera’da Kemal Paşa ile karşılaşan 4. Ordu Kumandanı Mersinli Cemal Paşa, “Üç ordu müşterek bir mukavemet gösterebilseydi bu perişanlık yaşanmayacaktı. Allah bunu sizden soracak” demiş, Kemal Paşa ise “Geri çekilmeseydik ordunun ric’at hatları kesilecekti” şeklinde cevap vermişti. 20 dakikalık tartışmadan sonra Mustafa Kemal, “Münakaşayı bırakalım Paşam! Siz en kıdemli kumandan olarak Zat-ı Şahaneye sulh teklifinde bulununuz” demiş, Cemal Paşa da “Siz yaveri ve mutemedisiniz. Lüzum görüyorsanız bu teklifi siz yapınız” diyerek oradan ayrılmıştı.
Kaçış, Şam’a kadar sürmüştü. Mahşer yerine dönen Şam’da herkes, bu ani çöküşün şaşkınlığını yaşıyordu. Her şeye rağmen, birlikleri kumanda altına almak gerekiyordu. Ancak bu görevin verileceği Gazze Kumandanı İsmet Paşa bulunamıyordu. Arap tellallar, “İsmet Bey’i gören Viktorya Oteli’ndeki karargâha göndersin” diye bağırıyordu ama atı vurulunca esir düşme tehlikesi yaşayan İsmet Paşa, emir subayı Vacid Asena’nın atını alarak Humus’a kaçmış, Vacid Bey de esir düşmüştü!
“FİLİSTİN ELDEN GİTMİŞTİ ANCAK SON CEPHENİN DÜŞMESİYLE BU ANLAMSIZ SAVAŞ BİTMİŞTİ”
Vahideddin Han’a gönderdiği telgrafla bu hezimetin Enver Paşa yüzünden yaşandığını ifade eden Mustafa Kemal Paşa, “Geldikleri gibi giderler” dediği Müttefik donanmasının Marmara’ya demirlediği 13 Kasım günü İstanbul’a dönmüş ve Pera Palas’a yerleşerek, cephe kaçkını İsmet Paşa ile birlikte, “yeni bir başlangıç” hazırlıklarına başlamıştı.
Filistinliler, Suudiler gibi İngilizlere işbirliği yapmamış, Osmanlı’ya sonuna kadar sadık kalmıştır. Kudüs’teki Tapınakçı okulu Alyans’ta yetiştirilen ve El-Ezher’de Abduh ve Reşid Rıza vasıtasıyla devşirilen birkaç kişi dışındakiler, ehl-i sünnet itikadındadır. İran ve Suudi Arabistan gibi sözde İslam devletleri, Filistinli Müslümanlara bu sebeple Yahudilerden daha fazla düşmandır.
İşte bu yüzden Gazze’ye sahip çıkmamız, Filistin’i Yahudilere bağışlayan İttihatçılardan ve hiç savaşmadan İngilizlere teslim eden kumandanlardan kalma çifte borcumuzdur!”